kütüphanelere övgü
Kütüphane deyince bu yazıyı okuyanların çoğunun aklına yeni çıkmış rastgele bir programlama aracı geliyor olmalı. Mesleki deformasyonumuzu bir kenara bırakıp bildiğimiz klasik kütüphanelerden bahsedeceğiz, bu yazı kütüphanelere bir övgü.
Her şeyden önce bir kuruluştan bedavaya bir şey ödünç almak ve onlara hiçbir şey borçlu olmamak fikri benim için inanılmaz bir fikir. Şu devirde kim kime bedavaya bir şey veriyor ki? (can sıkıntısı dışında) Sadece bu gerçek bile tek başına kütüphaneleri harika bulmam için yetiyor bana. Kendimi ortalama bir kitap okuyucusu olarak görüyorum ve uzun zamandır kitaba para ödemiyorum bu sayede.
Tabi kütüphaneleri sevmemin tek nedeni bedava kitaplar değil.
Hikaye, remote çalışan bir yazılım geliştirici olarak, remote çalışan bir yazılım geliştiriciyle evlenmemle başlıyor.
Eşimle yeni evli bir çiftiz, o cicim aylarının tatlı zamanları üstümüzde, vakit geçirmekten çok hoşlanıyoruz ama hayat (iş) doğal olarak araya giriyor. Geleneksel, herhangi bir çift olsaydık (iki taraftan en az birinin dışarda çalıştığı) hafta içleri sadece birkaç saat birbirimizi görecek, haftasonlarını da kayıp zamanı telafi etmek için birlikte geçirecektik. Fakat bizim kayıp zamanımız yok. Aynı odada (evdeki ofisimizde) çalışıyoruz, aynı odada dinleniyoruz, sürekli birlikteyiz. Ve iki normal insan olarak, birbirimizi sinir ediyoruz.. Aşk, sevgi günlük hayatınız için, eviniz için mükemmel bir şey. Ama ya eviniz aynı zamanda işinizse ve ofis içi ilişkiler işiniz için iyi değilse?
Ofis işinde çalışırken şirket binasından çıktığınızda (idealde) iş stresinizi ve iş yükünü orada bırakabilirsiniz. Ama uzaktan çalışırken işten hiç ayrılmış olmuyorsunuz ve istemeden de olsa bu ruh hali partnerinize bulaşıyor, ki aynı ruh hali, iş gerilimi onda da mevcutken.
Ergenlik yıllarımın neredeyse tamamını ve yirmili yaşlarımın bir kısmını en az 4 farklı kızla aynı odada kaldığım öğrenci yurtlarında geçirdim. Bu bile tek başına evimde kişisel alanım ve kişisel zamanımın olmasını sevdiğim ve hatta buna ihtiyacım olduğunu kanıtlıyor. Eşim de buna ihtiyaç duyuyor, öyle olmadığını söylese bile ben biliyorum, herkes ihtiyaç duyar buna. Bu konuda birbirimize saygı duyup arada sırada evden birkaç saatliğine çıkmaya çalışıyoruz. Geleneksel çiftlerin böyle bir derdi olmazdı belki çünkü, zaten en az bir tanesi iş için evden çıkmak zorunda olurdu. Ama biz sizin bildiğiniz çiftlerden değiliz. 😉
Konu sadece eşiniz / ev arkadaşınız / ailenizle ilgili de değil. Evinizde yeterince kişisel alanınız, yeterince mesageniz olsa bile evden çalışmak, tüm gün evde durmak ruhunuzu emebiliyor.
Ben evimin en büyük ve en güzel odasını ofis olarak kullanıyorum. Yani duvar boyu camlar, deniz manzarası, gökyüzü, ağaçlar falan tarif etmekle anlatılamayacak bir manzara. Ayrıca güzel ve ferah da dekore ettim. Yani içinde seve seve bulunmak isteyeceğiniz bir oda. Fakat bütün bu güzelliklere rağmen gün boyu evde olmak beni tüketiyor, zaten bir süre sonra odaklanamamaya başlıyorum. Özellike evden hiç çıkmamışsam, yataktan çıktığım gibi bilgisayarın başına geçtiysem, zaten birkaç saat içinde dikkatim dağılıyor. İş için evden ayrılma, ve yoğun bir iş gününden sonra “eve varma” hissiyatına ihtiyacım var. Dışardaki dünyanın karanlığından (işten) saklanmaya, huzuruma ve rahatıma kavuşmaya.
Hem çalışırken hem de dinlenirken evde olmak, beynimi çalışmayla dinlenme arasında ayrım yapamaz hale getiriyor.
Bu konudaki hislerim böyle, uzaktan çalışmanın yol açtığı psikoloji ve sağlık sorunları zaten süregelen bir tartışma konusu, eminim hepiniz hakimsinizdir.
Tüm bunları göz önüne alırsak, benim için hibrit bir çalışma düzeni neredeyse zorunlu hale geliyor.
“Ofisine gitmeye başla”, diyebilirsiniz. Hayır. Her şeyden önce ofisimin olduğu şehirde bile yaşamıyorum. Ofise dönmek benim için İstanbul’a gitmek demek ve bunu neden istemediğimi açıklamaya gerek yok sanırım.. Yaşasaydım bile benim için artık çok geç, ofis hayatına adapte olamam. İş hayatıma remote olarak başladım, stajlarımı bile remote yaptım. Birkaç ziyaret dışında ofis tecrübem yok. İlerde bir ofis işinde çalışmak zorunda kalırsam ne yapacağım bilmiyorum, düşünmemeye çalışıyorum. Daha güneş doğmadan sıcak yatağından kalkmak, (ki bunları sabah insanı olarak söylüyorum), hazırlanmak, işe gitmek, trafik, ofiste ne yiyeceğini düşünmek, dönüş trafiği… gerçek hayatını yaşamak için neredeyse hiç kalmayan zaman. Hayır. Bu ihtimali düşünmek bile istemiyorum. Bana göre değil.
Ayrıca remote çalışmak kötü de değil. Bazı günler insanın evden çıkası olmuyor. Belki biraz hasta oluyorsun, ya da belki sadece canın istemiyor. Böyle günlerde kimseden yatakta kalmak için izin almak zorunda kalmıyorsun. Kullanmasan bile yatağından çalışabilme opsiyonun olması güzel. Yatarak para kazanmak fikri güzel başka bir deyişle. Benim ihtiyacım ne tamamen ofise gitmek ne de evde kalmak, haftada birkaç günlük bir bağlam, ortam değişimi.
Peki ne yapmalı? En yakın kafeye git. Zevklerine uymayan trend bir müzik son ses çalmıyorsa şanslısın. Garson ikide bir gelip ne istediğini sorarak artık kalkman gerektiğini ima etmezse şanslısın. Yan masada bir ergen grubu, ergenlere özgü bir şeyleri bağırarak konuşmuyorsa şanslısın. Ha bir de orada bulunmak için tonla para ödemen gerekiyor, içtiğin kahve yanık çıkmazsa şanslısın.
Kafede çalışmak kırk yılda bir falan havalı gelebilir, sadece ortamın vibe’ı için. Sürdürülebilir değil.
Peki ofis kiralamak ya da ortak çalışma alanlarını vs. kullanmak? Hayır. Çalışmamın karşılığında aldığım maaşı neden çalışmak için harcayayım?
Bütün bunlar bizi övgümüzün konusuna getiriyor.. kütüphaneler.
En yakınındaki kütüphaneye git. Bilgisayarını defterini kur. Bu kadar. Seninle kimse konuşmayacak, yeterince küçük bir kütüphanedeysen büyük ihtimalle seninle konuşabilecek birileri olmayacak bile. Sadece sen, etrafı sarmış güzel bir kitap kokusu, güzel bir ortam.
Yoruldun, ara vereceksin. Raflar arasında geziyosun. Hakkında kitap olacağını asla düşünmeyeceğin çok spesifik konularda çok garip kitaplar buluyorsun. Gülüyosun, bedava eğlence. Twitter’da paylaşıyorsun, bedava etkileşim. Eski, sert kapaklı, kahverengi sayfalı kitaplar bulup kokluyorsun, iyi hissediyorsun. Bedava neşe.
Sonra tekrar çalışmaya dön. Seni kendine çeken bir yatak yok, odaklan, işlerini bitir. Dikkatini dağıtacak hiçbir şey yok.
Benim kullandığım bir yöntem var, belki adına “laptop-driven-development” diyebiliriz: laptopum artık çalışmak istemeyene kadar çalışıyorum. Laptopu şarja takmıyorum, böylece işlerimi bitirmem için doğal bir deadline’ım oluyor. Bitirmezsem eve iş götürmek zorunda kalırım, bu beni motive ediyor.
Sonbahar geliyor, belki dışarıda yağmur yağıyordur. Etrafını saran büyük pencerelerden hayatını düşünerek, yağmurun dinmesini bekliyorsun eve dönmeden önce.
Bu yazı, tüm remote çalışanlara, öğrencilere ya da çok fazla evde kalan tüm diğer insanlara çağrımdır: En yakın kütüphaneye git, tadını çıkar, var oluşunu destekle.
Sadece çalışmak için değil. Düşünmek, kendinle yeniden bağ kurmak, yazmak ya da bir şeyler üretmek için de. Kütüphanede, dışardaki dünya hızla koşmaya devam etse bile zihnin yavaşlıyor. Kendinle baş başa kalmayı, düşünmeyi, kafa yormayı daha fazla erteleme. Dünyamızda böylesine “saf-iyi” organizasyonlar çok fazla yok. Onlara hala sahipken kıymetini bilmeliyiz.
Kabul ediyorum, bu yazı biraz taraflı olabilir çünkü benim kütüphanem pek popüler bir yer değil. Çoğu zaman bir salonda tek başıma oluyorum, kütüphanenin geri kalanında ise 3–4 kişi oluyor. Evime yürüyerek 20 dakika uzaklıkta, böylece yol boyunca günlük adımlarımı da tamamlıyorum. Ve favori salonum da şöyle görünüyor:


Okuduğunuz için teşekkürler. Konuyla ilgili ekleme, düzeltme yapmak ya da tartışmak isterseniz memnuniyetle karşılık veririm.